Elâ Altın anlatıyor: Çocukluğum evlerde radyo dinlenilen, televizyonun tek kanal olduğu dönemde geçtiği için kendimi bahtiyar sayarım. Gençlik yıllarım hayâtımıza onlarla gelen kültürün ve zevklerin baharıyla geçti.
Seçil Heper, Elâ Altın, Muazzez Abacı, Emel Sayın, Yaşar Özel, Mustafa Sağyaşar, İnci Çayırlı, Serap Mutlu Akbulut, Taner Şener, Kutlu Payaslı bir dönemin ünlü isimleriydi. Hepsi küçük yaşlarda bile sesini işittiğimde tanıyacak kadar sevdiğim sanatçılardı.
Üniversite öğrencisiyken ekranda ve radyoda konserlerin, müzik programlarının sıkı takipçisiydim. Sevdiğim şarkıları video kasetlere -bir zamanlar pek meşhurdu- kaydetmiştim, döne döne izlerdim. Başında fesiyle İstanbul efendisi Taner Şener ve elinde fırfırlı şemsiyesi, renkli feracesiyle Elâ Altın ikilisinin İstanbul Şarkıları çok sevdiklerim arasındaydı.
Yıllar sonra amatör bir koro vesilesiyle Ankara Radyosu’nun kıymetli şeflerinden, sevgili hocam Cemile Karabulut‘la tanışmak, çocukluğumda bana tatlı nağmeler mırıldayan o kutunun adeta içine girip dolaşmamı sağladı.
Radyo konserlerine gitmeye başladım. Ekrandan tanıdığım sanatçıları canlı yayında yahut konserde görüp dinlemek müthiş bir hazdı. Konserlerimize konuk olarak katılan güzide bestekârlar ve sanatçılar oldu.
Geçtiğimiz yıl, Cemile Hoca’mızın daveti üzerine konserlerimizden birine gelen Elâ Altın’ın gürül gürül sesinden “Dönülmez Akşamın Ufkundayız“ı dinlerken iliklerime kadar titrediğimi hissettim. O gün aklıma düştü, Elâ Altın ile bir söyleşi yapmak.
Elâ Altın’la Ankara Radyosu’nda, şimdi Türk Sanat Müziği Şube Müdürü olan aynı zamanda tanbur sanatçısı, kızı Ebru Eda Ersoy’un odasında buluştuk.
Elâ Altın’ı ve müzik yaşamını dinlemek beni epey uzaklara, 1970 ve 1980’li yıllara götürdü. Sanki küçük bir kız çocuğunun kalbi, radyo başında heyecanla kanatlandı.
Bir yanım ses kayıt cihazını çalıştırdı, fotoğraflar çekti; öbür yanım o an karşımda oturan, kibar, zarif ve deniz gözlü bu eski zaman hanımefendisiyle konuştuğuna bir türlü inanamadı.
– Sanata ilginin küçük yaşlarda başladığı hepimizin malumu, ben de konuya bu klasik soruyla gireyim. Müziğe nasıl ve ne zaman ilgi duydunuz?
Babam ney üflerdi. Şöyle anlatayım, biz Erzurumluyuz. Ben orada doğdum. 1951 senesinde, ben daha küçükken Ankara’ya geldik. Babam, kuyumculara oltu taşından ve altından mücevher yapan bir zanaatkârdı, küçük bir dükkânı vardı. Aynı zamanda ney üflerdi, biz de dinlerdik.
Ben ilkokul ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçtiğim yaz, babam rahmetli oldu. O öldükten sonra çocuklukta, onun çalıp söylediği şarkılar, türküler hep kulağımda kalmış. Bu biraz da ırsidir. O yaşlarda baba hasretiyle ve müzik aşkıyla yanıp tutuşarak şarkılar dinler, babama ağlardım.
Bir gece rüyamda babamı ney üflerken gördüm. O ses sabaha kadar kulağımda… Aynı gün radyoda Alâeddin Yavaşca‘dan “Sensiz bu sabah bir acı rüyayla uyandım” diye suzinak bir şarkı dinledim. Hem rüyanın hem de şarkının etkisiyle “Ben de sanatçı olacağım.” demiştim.
O zamanlar küçük radyolar vardı, şarkılar söylendikçe abim “Bak içinde birisi şarkı söylüyor, derdi.” Ben de radyonun içine girip şarkı söyleyeceğim.” derdim. Sonra araştırıldı, müzik derslerine başladım, on üç yaşında filanım, İsmet Nedim‘den iki yıl solfej dersleri aldım. Daha sonra Fahri Kopuz‘dan dersler aldım, onun en son talebesiyim.
Fahri Hoca, Nevin Demirdöven, Behiye Aksoy, Müzeyyen Senar gibi birçok sanatçıyı yetiştirmiş bir hoca. Şarkı, nota, solfej, repertuar ve usûl çalışırdık. Sonra da Müzehher Güyer‘le çalıştık.
– Herhangi bir enstrümanla ilgilendiniz mi?
Fahri Hoca udu tavsiye etmişti ama benim aklım hep kanundaydı, iki sazla da bir sene kadar uğraştım, sonra bıraktım.
– Ankara Radyosu’na girişiniz nasıl oldu?
1962 senesinde Amatörler Ankara Ses Kraliçesi seçildim, Dörtyol Aile Bahçesi’nde. Orada Muzaffer İlkar Hoca beni dinledi, sonra yanına çağırdı. Muzaffer Hoca o zaman radyoda hem şube müdürü hem de şefti. “Kızım kimden ders alıyorsun?” diye sordu. “Güzel sesin var, bırakma, imtihan açıldığı zaman gir, seni radyoya alalım.” demişti.
4 sene sonra 1966 senesinde radyoda imtihan açıldı, girdim ve kazandım. Hiç unutmam, Ankara Radyosu’nda şimdi otopark olan bölüm ve karşıdaki arazi hep imtihana girecek adaylarla doluydu. O zaman gazeteler yazmıştı, o gazete hâlâ bende durur. İmtihana 8.700 kişi başvurmuş; 11 kız, 11 erkek alındı, sazlar da öyle. 66 dönemi radyoda çok meşhurdur.
– Dönem arkadaşlarınız kimler?
Muazzez Abacı, Hülya Sözer, Samime Sanay, Seçil Heper, Kadri Şarman, İclal Eroğlu, Bilge Pakalınlar bizim dönemin sanatçılarındandır. Dönem arkadaşlarımızın hepsi meşhurdu. Hepimiz hemen hemen aynı dönemde sahneye çıktık.
– Radyoda eğitim ne kadar sürdü?
Radyoya girince bir senelik burs verdiler, burstan sonra imtihan olduk, imtihanı kazananlar için üç yıl stajyerlik dönemi başladı, konservatuvar eğitimi aldık. Bütün hocalar konservatuvardan gelirdi. Mesude Çağlayan, Saadet Yücesoy şan hocalarımızdı. Repertuar derslerimize Ferit Sıdal, Turhan Toper, Mülkiye Toper, Müzehher Güyer geldiler.
Bestekârlık, makam, ritm dersleri aldık. Eski edebiyat hocalarından, meşhur, Rûşen Ferit Kam hocamızdı. Cengiz Tanç, Muammer Sun’dan solfej dersi aldık. 69 senesinde kadrolarımız geldi. Stajyerlik döneminde başarılı olanlar tek tek imtihanla kadrolara alındı.
Bu süre zarfında, yine eğitime devam ettim. İsmail Baha Sürelsan evinde özel bir koro kurmuştu. Erol Sayan, Gültekin Çeki, Ahmet Hatipoğlu, Yılmaz Yüksel, Kenan Yomralı vardı bu koroda, hepsi bu işi anlayan bilen insanlardı.
Hep klasik eserler geçilir, konserler verilirdi, o konserlerde koroda da yer aldım, solo olarak da söyledim. Stajyerlik dönemi dâhil, sekiz sene bu koroya da devam ettim. Ayrıca radyoda kadrolar gelene kadar üç buçuk yıl, Avni Dilligil Tiyatrosu’nda çalıştım.
– Aa bunu bilmiyordum, demek oyunculuk tecrübeniz de var. Hangi oyunlarda oynadınız?
Avni Dilligil İstanbul’dan gelmişti, Tunalıhilmi’de özel bir tiyatro kurmuşlardı. İlk oyunum, Şıpsevdi müzikali. Başrol oyuncusuydum, Semiha Berksoy annem rolünde, Avni Dilligil abim, Belkıs Dilligil de mürebbiyem rolündeydi, o oyunda.
Sonrasında Hisse-i Şayia, Kırmızı Fenerler, Köprüaltı müzikallerinde de hep başrol oynadım. Güzel günlerdi. General’in Aşkı’nı çalışırken de ayrıldım, tiyatrodan. Çünkü radyoda kadrolarımız gelmişti.
– Peki sinemayla hiç ilginiz olmadı mı?
Oldu, sahnelerde çalıştığım dönemde Murat Soydan’la bir filmde oynadım; Sabır Taşı. Ahmet Mekin, Renan Fosforoğlu, Ünsal Emre oynuyordu, iyi bir kadrosu vardı filmin. Kızım Eda da o zaman iki buçuk yaşında, Murat Soydan’ın kızı rolünde o da oynadı filmde, ona da mürebbiye bakıyordu. Film televizyon kanallarında da pek çok kez yayınlandı. Hâlâ ara sıra televizyonda rastlarım.
– Ne güzel. Yanılmıyorsam siz, hem radyonun dinlendiği hem de evlere televizyonun geldiği bir dönemde radyo sanatçısıydınız. Bu durum size ne gibi imkânlar sağladı?
Televizyon tek kanal olduğu için bizler çok tanınmıştık, ekranlarda çok görülüyorduk; birden hepimiz meşhur olduk. Bizim dönemimiz bu anlamda şanslıdır. Televizyonda sürekli ayın ve haftanın konseri, günün solisti gibi programlar olurdu, onlara çıkardık; programlara konuk olarak katılırdık.
Ünlü olunca sahnelerden teklifler gelmeye başladı. Muazzez Abacı aramızda ilk sahneye çıkanlardandır, Seçil (Heper) çıktı, ardından da ben çıktım. Öyle olunca radyodan ayrıldık.
– Ne zaman sahneye çıktınız, nerelerde sahne aldınız?
İlk kez 1977 yılında Bebek Belediye Gazinosu’nda sahneye çıktım, o dönemin en meşhur gazinolarından. İlk sahneye çıktığım gece bir olaydır; Erol Simavi, Demirören’ler, bütün İstanbul sosyetesi oradaydı.
Gece saat 01:30’da sahneye çıktım, 04:00’te indim. Bir çiçek gelmişti, ancak spikere okutabildik. Gazinonun önünden sahil yoluna kadar çelenk doluydu. Muhteşem bir geceydi.
Sonrasında Ankara, İstanbul Maksim, Caddebostan Maksim gazinolarında, Çakıl, Gar Gazinosu, Lunapark Gazinosu, Ankara Grand gazinoları, İzmir’de Dalyan ve Fuar gazinolarında sahneye çıktım. Dinleyicilerim arasında çok önemli isimler oldu.
Zeki Müren, Bülent Ersoy dinlemeye gelirlerdi, Müzeyyen Senar geldi bir kez. Barış Manço, Adnan Şenses alt kadromda idi. Gazetelerde tam sayfa ilan verilirdi. Müziğin en güzel zamanlarıydı.
– Sazlardan kimlerle çalıştınız?
Özer Altın, Selahattin Altınbaş, Erköseler, Selahattin İnal, İstanbul sazlarının zaten hepsi meşhurdu, Ercüment Batanay, Şekip Ayhan Özışık, Muzaffer Özpınar gibi birçok ünlü isimle çalıştım.
– Repertuar seçimini siz mi yapıyordunuz, nasıl karar veriyordunuz?
Repertuar seçimini ben hep kendim yapardım, önce klasik eserlerle, takımlarla başlayıp sonra o günün meşhur olan, sevilen şarkılarıyla devam ederdim. Her programda üç tuvalet değiştirirdim, buna göre repertuarı da üç bölümde hazırlardım.
– Evet, benim hep merak ettiğim bir konu bu, sahne kostümleri… Kostümlerinizi kim hazırlıyordu?
Yıldırım Mayruk dikerdi. Bir de Übeyde Hanım vardı bir zamanlar, İstanbul’da çok meşhur bir terzi, o dikerdi.
– Sevdiğiniz makam ve eserleri de sorayım, yeri gelmişken.
– Küldilihicazkâr, hicazkâr, hüzzam ve karcığar makamlarını çok severim. Mustafa Nâfiz Irmak‘ın eserlerini, aynı zamanda Selahattin Pınar bestelerinin söz yazarıdır kendisi, hem bestelerini hem de güftelerini çok severim.
– Sahne hayâtınız ne kadar devam etti?
85 senesine kadar sahneye çıkmaya devam ettim. Ama 80 İhtilali’den sonra, sıkıyönetimden dolayı gazinolar hiç iş yapmadı. Çünkü gece 23.30’da gazinoların kapanması gerekiyordu, dolayısıyla program yapılamıyordu, sahne hayâtı bitmişti zaten.
Ben de 85 senesinde Ankara Radyosu imtihan açınca tekrar sınava girdim ve radyoya geri döndüm.
– Sahnelerin dışında başka nerelerde konser verdiniz?
Dünyâyı dolaştım diyebilirim. Beyrut’tan başladık, Ürdün, Bağdat, Kuveyt, bütün Arap ülkeleri, Mısır, Fas, Tunus, Cezayir; Almanya, Fransa, Belçika, İtalya, Balkan ülkeleri kısaca bütün Avrupa’da konserler verdim. Kanada’da ve Amerika’nın eyaletlerinde de konserlerim oldu. İki defa Rusya’ya gittim, birinde Semrâ Özal Hanım bizi götürmüştü, hemen hemen bütün Türk Cumhuriyetlerini hem gezdik hem de konserler verdik.
– Radyoya tekrar sınavla mı girdiniz?
Evet. Çünkü 6 ay mikrofondan uzak kalan, usulen de olsa yeniden imtihan edilir. 85 senesinde radyoya tekrar girdim, o zamandan beri de radyodayım, diyebilirim.
– Öyleyse şunu sorayım, musiki eğitiminin bir sonu var mı, insanın “ben oldum, tamam” diyebileceği bir vakit geliyor mu?
Yok, musiki eğitimi bitmez. Ben hep çalıştım, hâlâ da çalışırım, sahneye çıkmadan mutlaka eserlere bakarım. Mesela aklıma bir güfte takılır, gece kalkar ona bakarım.
Arapça, Farsça şarkı sözlerinin anlamlarına, Ruşen Hoca’nın notlarına, bir de kitabımız var, ona bakarım. “Şu eser kimindi?” der, bakarım. Bunlar hep bir çalışmadır. Zaten bir sanatçının klasik temeli olması şart, ama o da çok zordur.
Klasik temeliniz olmazsa sıradan biri olursunuz. Sanatçı yüzeysel olamaz, olursa söner, biter, gider. Radyoya ilk girdiğimiz, İsmail Baha Sürelsan‘la klasik eserler geçtiğimiz dönemde biz takım takım çalışırdık, mesela arazbar makâmı, ferahnak makâmını hep takım çalışır, sonrasında konser verirdik.
Onun için benim klasik repertuarım çok kuvvetlidir. Ama hiçbir zaman “tamam, oldum, bitti” demedim, diyecek gibi de değil. Çünkü kültür bir umman.
Bizim musiki eğitimimizin temelinde 1360 senesinde yaşamış Abdülkadir Meragi esas alınır, ondan itibaren Hafız Post‘lar, Dede Efendi‘ler, Hacı Arif Bey‘ler öğrenilir. Onların besteleri, kişilikleri hazmedilerek günün eserlerine kadar gelinir. İnsan ömrü boyunca ne kadarını öğrenebilirse… Ama tamamen öğrenmenizin imkânı yok.
– Radyoda çalışmaktan zevk aldığınız, çok sevdiğiniz hocalar kimlerdi?
Hocalarımızın hepsi musikiden zevk alan, çok muhterem, bize bir şeyler öğretmek için uğraşan, verimli insanlardı. Mesela Sadi Hoşses bayılırdı, ders anlatmaya. Hepimiz ağzının içine bakardık. Mülkiye Toper, Turhan Toper de öyle. Hepsinin ses rengi, kişiliği ayrıydı, hepsi çok özeldi.
– Sizi dinlerken hem konuşmanızdaki akıcılığa, hem de zarafet ve hanımefendiliğinize hayran olmamak mümkün değil. Bununla ilgili herhangi bir eğitim aldınız mı?
Çok teşekkür ederim, yok, ben oldum olası böyleyim, kişiliğim böyle.
– 85 senesinde radyoya geri döndüğünüzü söylediniz. Ankara Radyosu’nda olduğunuz dönemde neler yaptınız?
Radyoda, televizyonda konserler, programlar devam etti. Radyoda ayda ortalama dört yayın yapardık, en fazla yayını almış kişileriz. Bir de 80’li yıllarda, belki hatıralarsınız, Taner Şener‘le eski İstanbul ve İzmir şarkıları diye, seri hâlinde on beş, yirmi video hazırlamıştık, fesli, feraceli kostümlerle.
Onlar yayınlandı, birkaç yıl televizyonda. Ayrıca radyo camiasında çok önemli bir ustadır, rahmetli Ahmet Hatipoğlu. Radyonun çatısı altında onun kurduğu tasavvuf müziği korosunda on beş yıl çalıştım.
Birçok yerde, yurt içinde ve Balkanlarda bu koroyla konserler verdik. Onda da solistlik yaptım. Ayrıca 85’ten sonraki süreçte 4 – 5 yıl radyoda denetleme kurulundaydım. Emekli olmadan son üç yıl yine denetleme kurulunda çalıştım.
– Ne zaman emekli oldunuz?
2008’de emekli oldum. Ancak emekli olduğum hâlde tekrar denetleme kuruluna çağrıldım, son üç yıldır yine bu kurulda çalışmaya devam ediyorum.
– Zaman zaman konserlere çıktığınızı biliyorum. Sesiniz hâlâ ışıl ışıl. Yakınlarda var mı bir konser?
Tabii tabii devam ediyorum. Mesela Nisan’da Almanya’da amatör bir koronun konserine davetliyim, konuk sanatçı olarak. İstanbul’da başka bir konser var, yakında. Ankara’daki amatör koroların konserlerine davet ediliyorum.
Yazın sahilde Ayvalık’ta, Datça’da konserlere katıldım. Hatta şimdiden aradılar, ilkbaharda ve yaz konserleri hazır.
– Sesinizi korumak için özel bir şey yapıyor musunuz?
Programdan önce genellikle iki üç tane zeytin, yarım elma yerim varsa çay ya da ılık bir şey içerim. Başka özel bir şey yapmıyorum, sadece mümkün olduğu kadar üşütmemeye gayret ediyorum. Aslında müzmin faranjitim var, çok sık hasta olurum.
Hatta bir ara huy edinmiştim, radyoda haftalık program asılır, kimlerin solo yapacağı belli olur; aksilik ne zaman bandım olacaksa o gün hastalanırdım, biraz da psikolojik. Yalnız çalışırken bir kat daha güzel okurum, sesim daha düzgündür, daha volümlüdür, ama neredeyse her bandım hastadır.
– Hasta sesiniz bile muhteşem demek ki… Peki, sesiniz hiç birilerine benzetildi mi ya da sizin örnek aldığınız bir sanatçı oldu mu?
Yeni yetiştiğimiz dönemde bize tavsiye edilenleri dinler, ona göre okumaya çalışırdık. Ben Alâeddin Yavaşca‘yı çok dinlerdim. Mediha Demirkıran‘ı, Meral Uğurlu‘yu da çok dinledim. İlk zamanlardaki yorumum birbirinden farklıdır. Şimdi bakıyorum, kişiliğimi bulana kadar hep denemişim, belli oluyor.
Dinleyince şunun tesirinde kalmışım, diyorum. Ses rengim eskilerden Fahriye Caner’e benzetilir. Bir kez ben bile karıştırdım. Bir gün radyo dinliyorum, ben söylüyorum diye radyonun sesini açtım, biraz dinleyince anladım, meğer Fahriye Caner’miş.
– Radyodaki bantlardan başka kaset, plak ve albümleriniz de var, sanıyorum.
Evet, 70 senesinden itibaren çok sayıda 45’lik yaptım. İki büyük longplay’im var. Daha sonra kasetler ve albümler çıktı, inanın sayısını unuttum. Hatta 45’liklerim bir araya getirilerek kaset ve CD yapıldı, Elanor Plak şirketi bir de Yavuz Asöcal yurt dışına satmak üzere kaset ve albüm yaptılar.
Bir arada Yapı Kredi’nin özel olarak hazırladığı bir Güldeste Koleksiyonu vardı, ona da yirmi şarkıya yakın bir repertuarla bir albüm yaptım.
– Ne mutlu ki müzikten ve radyodan hiç kopmamışsınız. Son olarak Türk Müziği’nin dünü ve bugününe baktığımızda geçmişten bu yana nelerin değiştiğini söyleyebilir misiniz?
Radyonun en parlak dönemi bizim dönemdir, Ziya Taşkent dönemi. 99 depreminde Ziya Taşkent rahmetli olduktan sonra bir devir kapandı. Bizim dönemin müzik anlayışı şu an yok, ama yine radyoda Türk müziğine hizmet veren, çok değerli arkadaşlarım ve koro şefleri var: Vedat Kaptan Yurdakul, Cemile Karabulut, Hasan Eylen, İpek Dereli, Özgen Gürbüz.
Özgen Bey’den de özellikle bahsetmek isterim, çocuk korosunun kurucusudur ve müziğimize çok hizmet vermiştir. Son dönem radyoda hanımların, aydın bir insan olarak, koro şefi ve idareci olmalarını çok takdir ediyorum.
Amber (Türkmen) Hanım daire başkanımız, İpek (Dereli) Hanım, Cemile (Karabulut) Hanım, şimdi kızım Ebru Eda (Ersoy)’nın da şube müdürlüğü görevinde bulunmaları beni ayrıca memnun ediyor, onurlandırıyor.
Elâ Altın Hanım’ın musikiyle, tiyatro ve sinemayı da sayarsak sanatla dolu bir yaşam hikâyesini, zevkle ve hayranlıkla dinledim. Elâ Altın Hanım’a huzurlu, sıhhatli bir ömür diliyor, bu içten sohbet için çok teşekkür ediyorum. Tûba DERE – Mart 2017
Kaynak: musikidergisi.com