Hayâtı
Özcan Korkut kaleminden (2004)
Ailemizin, İstanbul – Erenköy’de 150 yıla yakın bir mazîsi vardır. Atalarım, ailem ve benden büyük ikisi kız, üçü erkek kardeşlerimin tümü Erenköylü oldukları halde ben, babamın devlet hizmeti içinde on yedi yıl süren tayinleri sebebiyle 16 Ağustos 1935 Cuma sabah ezanında, Bolu’da son çocukları olarak dünyâya gelmişim.
İlk okula da Bolu’da başladım. Bozüyük, Ankara ve Erenköy Zihni Paşa ilk okulunda bitirdim. Saraybosna ordusunda Albay Zülfikâr Beyin oğlu olan babam İsmail Hakkı Bey, Kadıköy Maliye Tahsil şubesinde şeflik görevinde iken, 1949 yılında 53 yaşında vefat etti.
Annem, kemanî Lâmia Müjgân Hanım, Cidde Valisi Osman Paşanın saraydan evlendiği Fatma Hanım isminde Çerkez hanımından torunudur.
Küçük yaşındaki kabiliyeti ve musikî aşkını sezen ağabeyi Doktor Yusuf İzzettin Bey tarafından Dar-ül Feyz-i Musikî (şimdiki Üsküdar Musikî Cemiyeti) ye kaydettirilmiş, merhum hocaları Udî Sâmi Bey nezdinde Selâhattin Pınar, Necâti Tokyay, Muzaffer İlkar, Emin Ongan ve daha birçok değerli arkadaşları ile birlikte musikî tahsil etmiştir.
Babamın Anadolu hizmetlerinde de kemanını yanından ayırmayan annem, her gittikleri yörede talebeler yetiştirip, musikî zevkini ve hizmetini sürdürmüştür. Piano tuşlarına da kemanı kadar hakim olan annem, daha ilk okul yıllarımda benim de ilk hocam ve ilham kaynağım olmuştur.
Ağabeylerimden birini, daha ben doğmadan, iki buçuk yaşındayken kaybetmişim. 1949 yılında Babamı, bir yıl içinde de büyük iki ağabeyimi kaybetmiş olmamın üzüntüsü, beni, bir teselli kaynağı olarak iyice musikînin içine itti. Daha on dört yaşında idim. Elimde yeni yeni öğrenmeye çalıştığım tanburum, bir yanda geçim derdi, bir yandan tahsilimi tamamlamağa çalışıyordum.
Çok başarılı bir öğrenci olmama rağmen, Kadıköy Birinci Orta Okulunun (şimdi Evren Paşa Lisesi) ikinci sınıfını zorlanarak geçtim. Çalışıp, anneciğime ekmek götürmek arzum ağır basıyordu. Fakat annem, ısrarla beni Haydarpaşa ortaya yatılı olarak verdi ve mezun olmamı sağladı.
Musikî cemiyetlerinden birçok arkadaşım gibi, ben de o zaman Tepebaşı’nda olan, İstanbul Belediye Konservatuarına müracaatla imtihanları kazandım. Aynı yıl da yine o zaman Beyoğlu’nda olan Sular İdaresinin Etüt Proje bürosuna ücretli olarak girdim. İşyerim okula çok yakındı. Hem çalışıyor, hem konservatuarda okuyabiliyordum.
Amirlerim de benim musikî tahsilim için, sonsuz teşvik ve toleranslarını kullandılar. Onları her zaman minnetle anarım. O yıllarda okulda enstrüman dersi yoktu. Anneciğim, ailenin yakın dostu üstat Selâhattin Pınar‘a rica etmiş ve tanbur derslerimi kendisinden alıyordum. Bir süre sonra, “Sen, beni taklit etmeye başladın. Git, kendini bul.” dedi.
O zamanki Erenköy, şairlerin, müzisyen ve bestecilerin yerleşim yeri olan bir cennetti. İçinde enstrümanı bulunmayan bir ev veya köşk yoktu. Yıllar sonra yeni nesiller, bu antik değerli yapımları maalesef eskicilerle paylaştılar. Ben, nerede tanbur sesi duyarsam, oradaydım.
Kazaskerde, asıl mesleği köşklere soba kurmak olan Sobacı Sait Usta adında, çok leziz tanbur çalan yaşlı bir zat vardı. Elinde, göğsü özellikle ortadan delinmiş eski bir tanburu vardı. Aylarca yalvarıp, kendime acındırarak o tanburu 25 lira karşılığında aldığım zaman, 14 yaşımda babamı ve iki büyük ağabeyimi kaybetmiş, cebinde beş kuruş harçlığı olmayan bir çocuktum. O yaz okul tatilimde, bakkal yanında çalışarak, o parayı ancak temin edebilmiştim.
İkinci tanburumu ise, 1952 yılında, zamanın emniyet teşkilatında cinayet masası şefi merhum Şerafettin Kılınçtakan, dönemin meşhur yapımcısı Onnik Ustaya yaptırmış ve bana doğum günümün hediyesi olarak vermişti. Evimizde piyano, keman, mandolin, ud ve akordeon vardı.
Annem keman öğrenmemi çok istedi ama, benim ruhumu cezbeden tanbur sesinden başkası değildi. Merhum üstad tanbûri İzzettin Ökte’yi duyduğum zaman radyoyu kucaklar, öyle dinler, parmaklarını nasıl kullandığını gözlerim kapalı hayâl ederdim. Konservatuardaki nazariyat hocamız merhum Şefik Gürmeriç, benim o yaşta yazdığım şarkılarıma, şiirlerime büyük ilgi duymuş ve beni fevkalade teşvik etmiştir.
Bugün hepsi merhum olan Münir Nurettin Selçuk, Kemal Niyazi Seyhun, Mesud Cemil Bey, Sîne keman Nuri Bey, Dürrü Turan ve tüm hocalarımı, her zaman minnet ve rahmetle anarım. O günden bu güne, gerek radyo ve TV lerde, gerek bugünkü konservatuarlarda hocalık ve icraatlarını sürdüren tüm arkadaşlarım, bu değerli üstatların eserleridir.
Ayrıca; yaşadığımız Erenköy’de Tanbûri Şuayip Elkutlu, Tanbûri Talât Bey, Yesarî Asım Arsoy, Zeki Arif Ataergin, Rebâbi Sabahattin Volkan gibi ustalardan feyz almış olmak da benim için büyük bir şans ve mutluluktur. Civardaki evler ve köşkler gibi, evimizde de musikî anneciğimin sayesinde bir gün unutulmadı, ihmal edilmedi. Boş gün ve saatlerimde, İstanbul’un neresinde ne kadar musikî cemiyeti veya toplantısı varsa ben orada idim.
Bu sebeple, hayâtımda kahvehane ve sinemaya dahi alışamadım, zamanım olmadı. Derdimi musikî ile avuttum. Zevkimi musikî ile yaşadım. Askerlik görevimi müteakip, ilk profesyonel sahne hayâtım, 1958 yılı kış sezonunda, Tepebaşı Kazablanka Gazinosunda, zamanın gerçekten büyük ismi Zeki Müren‘le başladı. O günden bugüne, sayabileceğiniz tüm büyük solistlere tanburumla eşlik ettim.
Hatta o günlerde hepsi revaçta olan Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ Sözeri, sonraları Behiye Aksoy, Emel Sayın, Bülent Ersoy, Muazzez Abacı, vb. Radyodaki hizmet yıllarımda birlikte icraat yaptığım ustaları, saymakla bitiremem. Şunu mutlulukla söylemem gerekir; sazıma ve sanatıma güvenimle, eşlik edeceğim solistleri daima kendim seçtim. Hiçbir zaman mecbur olarak çalmadım.
Her zaman “Sanat eşittir, kalite” inancımı korudum. Bir de benim, tüm şarkılarımı plâklarda en iyi yorumuyla okuyan, altın sesli Sevim Tanürek‘im vardı. Uzun yıllar sahne beraberliğimizin zevkini unutamam ve sesi asla kulaklarımdan gitmez. Bunca yıl, bunca şöhretle geçen acı tatlı hatıraları yazmaya yıllar ve kitaplar yetmez.
Bir hevesle ömrümü adadığım T.R.T. İstanbul Radyosundan aldığım ücretlerle, hiçbir zaman evimin maişetini (geçimini) temin edemedim. Ancak, yol parası sigaram ve akşama kadar arkadaşlarıma ısmarladığım tepsi tepsi çaylarla radyo maaşımı tüketmek, benim en büyük zevkim idi. Bu sebeple de radyodaki arkadaşlarım arasında adım, çaycı Özcan olmuştu. 1981 yılı aralık ayında hizmet süremi doldurarak kendi isteğimle T.R.T. den emekli oldum.
Her şeye rağmen, o zamanki usta sazlar ve usta seslerle geçirdiğim yıllar, musikimiz adına saygıyla anılmaya değer. İlkokuldan beri şiir yazma merakım vardı. Sonraları uygun olanlarını musikiyle süsleyerek, beste çalışmalarıma başladım. Birçok denemeden sonra, kürdîli hicazkâr makâmında “Aydan sorarım, derdime derman gecelerde” isimli ilk şarkımı, 1952 yılında 17 yaşında besteledim. Her yazdığım şarkının bir hatırası vardır ve güftesi bana aittir.
1960 yılında evlenerek, mutlu bir hayât yaşadığımız eşim Ayten Korkut’u 1998 ocak ayı sonunda maalesef kaybettim. İlk çocuğumuz olan kızım Itır, 1966 yılında 5 yaşında iken bir trafik kazasına kurban gitti. O yıllarda yazdığım şarkılarımın çoğu, bu büyük ızdırabımı anlatır.
2 Mart 1968 tarihinde yeniden bir kız çocuğum oldu. Şebnem ismini verdiğim kızım, çocukluğundan beri olan musikî tutkusunu, İ.T.Ü. Türk Musikîsi Konservatuarında tanbur öğrencisi olarak sürdürdü ve onbir yıllık bir eğitimden başarı ile mezun oldu. Fevkalâde de bir sese sahiptir. Şimdi evli ve bana Cemre ve Emre isimlerinde bir kız, bir erkek torun hediye etti.
2001 yılında ikinci kez evliliğimi yaptığım eşim Songül’le sâkin ve mutlu bir yaşam sürdürmekteyim. Bana musikî ilham ve zevkini veren anneciğimi 1984 yılında 76 yaşında kaybettim. Biri birimize olan sevgi ve düşkünlüğümüz dillere destandı. Peygamberimizin “Cennet anaların ayakları altındadır.” sözü, benim başlıca düsturum olmuştur. Ne mutlu ki; vefatından dört yıl kadar önce kendisine yazdığım Hicazkâr makâmındaki “Annem” isimli şarkımı, ona yıllarca dinletmek fırsatını bulabildim.
Tanbûrumu, radyo stüdyolarında daima mızraplı çaldım. Sahne, plâk, film ve TV çalışmalarımda yaylı tanbûru tercih ettim. Dolayısıyla ikisini de küstürmemiş oldum. Spor, deniz ve doğayı çok severim. Musikîyle spor ve doğanın bütün olduğuna inanırım. Çünkü, hepsinin özünde temiz ahlâk ve fazilet vardır.
Tüm temennim; Türk olmanın şartı kadar, gerçek bir Türk sazı olan tanbûru da gençlerimizin benimseyip, severek, bu ilâhi aşkı nesilden nesile götürmesidir. Elimdeki tanbûrum, hayâtım boyunca benim en iyi dostum, tesellim, sırdaşım ve arkadaşım olmuştur. Onun dilinden anlayan herkes için bu geçerlidir. Cenabı Hak, her kuluna bahşetmediği bu nadide duyguyu, bizden sonrakilere de nasîb etsin. Kaynak: ozcankorkut.com
Not: Bestekâr ve tanburî Özcan Korkut, 15 Mart 2008 tarihinde vefat etmiştir.