Hayâtı
Hacı Ârif Bey, 1831 yılı sonlarında İstanbul’un Eyüb Sultan semtinde dünyâya geldi. Asıl adı Mehmed Ârif’dir. Mütevâzı bir âilenin çocuğuydu. Babası Ebûbekir Efendi, Eyüb Mahkemesi kâtiblerindendi.
Hacı Ârif Bey daha çok küçük yaşlarda iken sesinin güzelliği ve mûsikî kaabiliyeti ile oturdukları semtte ün yapmış, mahalle mektebinde ilâhîcibaşı seçilmişti.
Bu sıralarda aynı semtte oturan gençlerden biri olan, geleceğin büyük Zekâî Dede‘sinden şarkı ve ilâhîler öğreniyordu. Zekâî Dede onu kendi hocası yine bir başka Eyüb’lü, Mehmed Bey’e götürdü.
Eyyûbî Mehmed Bey, küçük Ârif’i çok beğenerek öğrenciliğe kabûl etti ve klâsik fasıllar meşk etmeye başladı.
Ârif Bey, yüksek kaabiliyeti ve olağanüstü hâfızası ile çok çabuk öğreniyor, öğrendiklerini aslâ unutmuyordu. Bu arada Eyyûbî Mehmed Bey tarafından devrin en büyük mûsikî üstâdı, her iki hocasının da hocaları Hammâmîzâde İsmâil Dede’ ye götürülmüş, onun da iltifâtlarına mazhâr olmuştu.
Eyyûbî Mehmed Bey, Ârif Bey’le çok ilgileniyordu. Henüz 13 yaşında iken onu Bâb-ı Seraskerî, yani devrin Savunma Bakanlığı’nın bir dâiresinde kâtibliğe aldırmış; bir yandan memûriyetine devâm ederken, diğer yandan Müzika-i Hümâyûn’a öğrenci olarak devâmını sağlamıştı.
Hacı Ârif Bey, Müzika-i Hümâyûn’a girmekle hem Hâşim Bey‘den istifâde etmek imkânı bulmuş, hem de saraya ilk adımını atmış oldu. Çok geçmeden sesinin güzelliğini haber alan Sultan Abdülmecîd, onu huzûra dâvet etti.
Olağanüstü güzel sesi, güzel yüzü, kıvrak zekâsı, terbiye ve nezâketi ile pâdişahı etkilemişti. Sultan, onun hemen ” mâbeynci ” olarak saraya alınmasını emretti. Mâbeyncilik, pâdişah ile hükûmet arasındaki ilişkileri düzenleyen yüksek îtibârlı ve dolgun maaşlı bir görevdi. Hacı Ârif Bey bu göreve getirildiği zaman 19 yaşındaydı. Kısa bir süre sonra besteleriyle de adından söz ettirmeye başladı.
Eserlerinde duygulu, ince ve asîl üslûbunun yanı sıra, makam ve geçkilere hâkimiyeti ile melodinin sözlere olağanüstü uygunluğu hemen göze çarpıyordu.
Hacı Ârif Bey, saraya girdikten kısa bir süre sonra Pâdişah’ın emriyle Harem-i Hümâyûn’daki câriyelere mûsikî dersi vermeye başladı. Böylece hayâtının hiç dinmeyecek fırtınalı günleri de başlamış oldu.
Sarayda hemen herkesin gözdesi olan bu yakışıklı genç, sesten dantelalarla örülü gönlünü bir câriyeye kaptırmıştı. Olağanüstü güzel gözlerinden dolayı Pâdişah tarafından Çeşm-i Dilber adı verilen bu Çerkes güzelinin aşkıyla Ârif Bey, gün be gün bir meş’ale gibi yanıyor, alevler seslere dönüşüp, dudaklarından dökülüyordu…
Hacı Ârif Bey, Çeşm-i Dilber’in aşkıyla tutuştuğu günlerde Kürdîlihicazkâr adında yeni bir makam terkîb etmişti. Bugün dahî en çok sevilen ve kullanılan makamlarımızdan olan Kürdîlihicazkâr’ın ilk eserinin sözleri Es’ad Efendi’ye aittir.
Hacı Ârif Bey’in Çeşm-i Dilber’e olan ilgisi Sultan Abdülmecîd’in kulağına kadar gitmişti. Sultan, kendi hanımı olmaya hazırlanan bu kızın Ârif Bey’le hemen evlendirilmesini istedi. Zengin bir çeyizle onu gelin ederken, Hacı Ârif Bey’e bir konak ve 60 altın gibi yüksek bir maaş ihsan edip, saraydan çıkarttı. Hacı Ârif Bey murâdına ermişti ama maalesef Çeşm-i Dilber onu sevmiyordu. Henüz iki yıl dolmamışken iki de çocuk dünyâya getiren Çeşm-i Dilber, onu terk ederek başka biriyle kaçtı.
Hacı Ârif Bey, Çeşm-i Dilber’i hâlâ çok seviyor, terk edilişi bir türlü kabûllenemiyordu. Hacı Ârif Bey’in düştüğü duruma çok üzülen Sultan Abdülmecîd, onu affederek yeniden saraydaki görevine getirdi. Herkes onun saraya dönüşüne çok sevinmişti ki Ârif Bey’in hassas gönlü yine câriyelerden birine, Zülf-i Nigâr’e düştü. Zülf-i Nigâr da Hacı Ârif Bey’i çok seviyordu. Pâdişah bir kez daha, skandal çıkmasına izin vermeden Ârif Bey’i saraydan uzaklaştırarak Zülf-i Nigâr’la evlendirdi.
Bu evlilik her ikisi için de çok mutlu başlamıştı. Fakat mutluluk uzun sürmedi. Çünkü Zülf-i Nigâr Hanım, devrin çâresi henüz bulunamamış en korkunç hastalığına, vereme yakalanmıştı. Günden güne sararıp, soluyor; âdetâ bir mum gibi eriyordu. Zülf-i Nigâr Hanım’ın çâresiz hastalığı ilerledikçe Hacı Ârif Bey’i de çâresiz acılara boğuyordu. Sözleri Nâmık Kemâl‘e ait olan meşhûr Segâh Şarkı’ sını bu dönemde bestelemiştir:
Olmaz ilâc, sîne-i sâd-pâreme
Çâre bulunmaz bilirim, yâreme
Baksa tabîbân-ı cihân, çâreme
Çâre bulunmaz bilirim, yâreme
Zülf-i Nigâr Hanım gittikçe ağırlaşıyordu. Derin inleyişlerle gece gündüz uyuyor, bir çâre uman bakışlarla Ârif Bey’e bakıyordu. Ârif Bey’in çırpınışları fayda etmedi. Tam mutluluğu yakalamışken bu kez de sevdiği, çâresiz bir hastalığın pençesine düşmüştü. Târifsiz acılar içindeydi… Kısa bir süre sonra Zülf-i Nigâr Hanım geride Hacı Ârif Bey’i ve kısacık evliliğinde dünyâya getirdiği çocuğunu bırakarak, bir daha uyanmamak üzere gözlerini kapadı.
Sözleri Recâîzâde Ekrem Efendi’ye ait olan Hacı Ârif Bey’in Zülf-i Nigâr Hanım’a mersiye olarak yazdığı Sabâ Şarkısı bu acıyı ifâde etmektedir…
Nigâh-ı mestine cânlar dayanmaz
Uyanmaz uykudan cânân, uyanmaz
Bu nâz ü işveden aslâ usanmaz
Sabah olduğuna gûyâ, inanmaz
Uyanmaz uykudan cânân, uyanmaz.
Hacı Ârif Bey, Zülf-i Nigâr Hanım’ın ölümü ile bir kez daha acılara boğuldu. Bu olaydan kısa bir süre sonra Sultan Abdülmecîd de öldü. Yerine tahta geçen Sultan Abdülazîz, Ârif Bey’i şehzâdeliğinden beri tanıyor, çok seviyor ve durumuna üzülüyordu.
Onu bir kez daha saraydaki eski görevine iade etti. Ancak çok uzun bir süre geçmeden Ârif Bey’in söz dinlemez gönlü, bu kez de Pertevniyâl Vâlide Sultan’ın nedîmelerinden Nigârnik Kalfa’ya düştü.
Vâlide Sultan, Hacı Ârif Bey’i çok sevdiği için bu evliliğe yardım etti, evlendiler. Ârif Bey, kötü anılarla dolu konağını satıp, bir çiftlik alarak yerleşti. Ancak geçirdiği kötü günler onu ziyâdesiyle üzmüş, sinirli ve kaprisli bir insan hâline getirmişti. Çevresindeki herkesi kırıyordu.
Bu sebepten saraydan bir kez daha uzaklaştırılınca iyice hırçınlaştı. Artık sağlığı da bozulmuştu. Tesellîyi evinde üçüncü eşi Nigârnik Hanım’da buluyordu.
Bu dönemde bestelediği Kürdîlihicazkâr Şarkı’nın kendisine ait olan sözleri onun acılarla, hüzünlerle ama sevdâlarla dolu hayâtını ve Nigârnik Hanım’a duyduğu sevgiyi anlatır:
Ârif’em, ahkâm-ı sevdâdan şikâyet eylemem
Senden ey şûh-i cihân, ölsem ferâgat eylemem
Sûz-i hicrinle yanar, ağlar, nedâmet eylemem
Senden ey şûh-i cihân, ölsem ferâgat eylemem.
Hacı Ârif Bey’in güzel seslerle ve ince duyuşlarla dolu kâlbi, çektiği acılara daha fazla dayanamadı. O artık bir kâlp hastasıydı. İyiden iyiye karamsarlığa kapılmış, âdetâ hayâta küsmüştü. 28 Haziran 1885 günü, henüz 54 yaşında iken, oğlu Cemîl’ in kollarında hayâta gözlerini yumdu. Son eseri ölmeden birkaç gün evvel bestelediği, sözleri Hikmet Bey’e ait olan Kürdîlihicazkâr makâmındaki şarkısıdır:
Gurûb etti güneş, dünyâ karardı
Gül-i bağ-ı emel soldu, sarardı
Felek de böyle mâtemler arardı
Gül-i bağ-ı emel soldu, sarardı.
Hacı Ârif Bey belgeseli