12 Kasım 1947 Ankara doğumlu olan ses sanatçısı Muazzez Abacı, müzik çalışmalarının kilometretaşı olarak, henüz 5 yaşındayken karşılaştığı dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı gösterir. “Ankara Palas’taki bir protokol gecesiydi.
Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakanı Adnan Menderes’le birlikte katılmıştı o geceye. Ve ben dizlerim titreyerek çıkarıldığım sahnede, Üsküdar’a giderken aldı da bir yağmur şarkısını söyledim.
Öylesine beğenildi ki sesim, pekçok kişi ayağa kalkıp alkışladı beni. Bu kişiler arasında Celal Bayar’la Adnan Menderes de vardı. Derken, Celal Bey yanına çağırdı beni ve anneme “Bu kızın müziğe büyük istidadı var. Sakın müziğin peşini bırakmasın” dedi. Doğrusunu isterseniz, benim müzik yaşantım işte o Ankara gecesinde başladı.”
Sabun köpüğü misali adını duyurup kaybolan pekçok şarkıcının arasından bir yıldız gibi parıldayarak dünden bugüne gelen ve müzikteki yerini sesiyle perçinleyen Muazzez Abacı, sabrıyla, sanat aşkıyla ve sansasyondan uzak yaşantısıyla sanatın gerçek maratoncusu olduğunu hep kanıtlar.
Alkışın, başarının tiryakisidir ama bir yoksulluk çeker ki, hatırladıkça yüreği sızlar. Bu çektiği yoksulluğun adı, baba sevgisidir. “Babam, Oktay Abacı, zatürreeden öldü. Türkiye’nin önde gelen sporcularındandı. Çok iyi bir boksördü, o. Tabii hastalandığı zamanlarda antibiyotikler yoktu. Ve kaybettik onu.
Babamdan geriye bir şey kalmadı. Kalan, bölük pörçük anılar. Arkadaşlarını bulmaya çalıştım yıllar yılı, onlara anlattırdım babamı. Bir noktada ona olan özlemimi, hasretimi böyle giderdim. Mesela, bir gün Ankara’da dolaşıyordum, Kızılay meydanında bir adam yanıma geldi.
“Sen Sarı Oktay’ın kızı mısın?” dedi. Evet dedim ve adamla konuşmaya başladık. Henüz 40 günlükken beni alıp arkadaşlarına götürmüş, tanıştırmaya. Adam büyük bir heyecanla şunları anlatmıştı:
“Ankara’da müthiş bir kar vardı o yıl. Oktay, kundaklanmış kızını, yani sizi, bizimle tanıştırdıktan sonra “Aslan kızım” dedi ve karların üzerine fırlatıverdi. Siz çığlık çığlığa ağlamaya başladınız. O gün babanız ilginç bir kehanette bulunmuştu: “Bir gün gelecek, kızım çok ünlü bir ses sanatçısı olacak” demişti. Bu tür konuşmalar beni hep duygulandırdı.
İstanbul’a ilk gelişi
Ankara Maarif Koleji’nden mezun olur, Muazzez Abacı. 1967 yılında stajyer sanatçı olarak girdiği Ankara Radyosu’nda, ilk konserini 1970 yılında verir. İki yıl sonra ise Silemezler gönlümden şarkısıyla adını bir anda tüm müzik dünyâsına duyurmayı başarır. 1974 yılı onun müzik hayâtında çok önemli bir tarihtir.
“Bebek Maksim Gazinosu’nda İstanbul sahnelerine ilk adımımı atarken yaşadığım heyecanı anlatmam mümkün değildir. O gün, o sahnede bir şeyi çok net anladım. Artık geriye dönüş yoktu. Hem insanların gönüllerine girdiğimi, hem de artık geriye dönüşün olmadığını anladım. Şan ve şöhret beni her zaman ürkütmüştür. Çünkü bunlar insanı hem ağlatır, hem güldürür.”
Ölümden döndü
1997 yılında Muazzez Abacı ölümle burun buruna gelir. O dönemi her zaman hatırlar ünlü sanatçı. “Çok ani gelen, habersiz gelen bir rahatsızlıktı bu. Grip sonrası, bütün ciğerlerime yayılan bir mikrop, solunum depresyonu yarattı bende.
Vücudumda oksijen oranı sıfıra düşmüş, ciğerlerim yok olmuştu. Makinaya bağladılar, iki üç gün 40 derece ateşle ve çırılçıplak buz yataklarında yattım.” O anlar tek kelimeyle dehşettir Muazzez Abacı için.
“Dünyevi reaksiyonlarım sıfırdı ama ruhum hep ayaktaydı. Hislerim, duygularım. Allah’la çok yakın oldum, o anlarda. Bir ayağım bu dünyâdaydı, diğer ayağım öbür dünyâda. Allah’a yalvar yakar oldum.
Kızım Saba’yla biraz daha kalayım, bu dünyâdan gitmeyeyim diye. Allah beni seviyor, biliyorum. Ona bazen şımarıyorum, buzlu su bile içsem sesimi kısmıyor, zarar vermiyor bana.”
Muazzez Abacı, ölüm anına en çok yaklaştığı dakikaları da hatırlar. “Tam tepemde çok güçlü bir ışık vardı. O ışık eşliğinde yürümeye başladım bir ara. O adımlar hayâtla ölüm arasındaki tercihimi belirledi işte.
Çizgiden döndüm. Yaşamak çok güzel. İnsanoğlunun hamurunda hırs var, şükretmek gerek. Arzularımız, taleplerimiz çok. Devamlı istiyoruz. Bu hastalıktan sonra yüzde yüz çok farklı bir Muazzez Abacı olacak. Bundan böyle hayâtın senedi olmadığını biliyorum.”
Ah Atatürk, ah!
Muazzez Abacı’nın en çok kıskandığı sanatçının adı merhum Safiye Ayla‘dır. Nedenine gelince. “Bazen düşünürüm, Atatürk‘ü canımdan çok sever ve sayarken, neden o dönemde yaşamadım. Ve onun karşısında neden Safiye Ayla oldu da, ben olamadım. Bu açıdan bakıp düşününce, Safiye Ayla‘yı hep kıskanmışımdır.”
Yıllar yılı sadece şarkılarıyla, sesiyle, yorumuyla vardır ve var olacaktır, Muazzez Abacı. Ama onun geçmişte kalan özlemlerinden ve hayâta geçmemiş projelerinden birisi de müzikaldir.
“Rahmetli Egemen Bostancı ölmeden iki ay önce bana “Bu Şan Müzikholü’nün duvarlarında senin sesin çınlamadan ölürsem, gözlerim açık gider” demişti. Kısmet değilmiş.
Eğer bir müzikal yapsaydım, Türk Sanat Müziği’nin çok değerli bestekarı Leyla Hanım‘ın hayâtını oynamak isterdim.
Klasik formda çok muhteşem eserleri vardır. Mesela bir şarkısında “Harabı intizar oldum, aman gel / Yeter üzme efendim her zaman gel” diyor.”
İlk eşi polis memurudur
Henüz 18 yaşındayken Diyarbakır emniyetinden polis memuru Abdurrahman Abacı ile evlendi, Muazzez Abacı. Biricik kızı Saba bu evlilikten dünyâya geldi.
1970 yılında Abdurrahman Bey’den boşanan Abacı, ikinci evliliğini Atilla Kurtbaş’la yaptı (1973). Ve ardından Hasan Heybetli’yle iki kez evlenip, boşandı.
Yoğun bakımdaki günleri
1997 yılında Alman Hastanesi’nin yoğun bakımında geçen günlerini hatırladıkça hala ürperiyor, Muazzez Abacı. Ardından da “Hatta bir ara bazı haberciler öldüğümü duyurmuş. Hayranlarımı üzdüysem affola” diyor. Kaynak: hurriyet.com.tr