Münir Nurettin Selçuk hayâtı

Yazar Fırat Kızıltuğ, sanat hayâtı boyunca tanıdığı sanatkârlarla alakalı hâtıralarını, sanataleni.net sitesinde yazmaya başladı.

Yazar, ilk olarak Münir Nurettin Selçuk ile ilgili anılarını yazdı: İsmini ilk defa Turhal’da on bir yaşında iken duydum. Ud çalma merakım had safhada idi. Okula gidemediğim için, elime geçen her şeyi deliler gibi okuyordum.

Daha gözlük kullanmaya başlamamıştım. Yaşıtlarım arasında musikîye meraklı çocuklar bir hayli fazlaydı.

O günlerde, Hamiyet Yüceses‘in iki plâğı hem Ankara Radyosu’nda, hem de gramofonlarda çok çalınıyordu.

Biri “Her yer karanlık” öbürü de “Çeşm-i siyah” Bu iki şarkının arasındaki gazeller, bizi çok etkiliyordu. Bir akşam üstü, Hamiyet Hanımın bu gazellerini konuşuyorduk.

Bizden biraz büyük bir arkadaş, “Kadınlar arasında en iyi gazel okuyan Hamiyet Hamımdır. Erkek sesler arsında ise, Münir Nurettin Selçuk‘un üstüne yoktur.”

Bu arada,Turhal’daki sinemaya “Kahveci Güzeli” adlı film geldi. Dayımın ricasını kıramayan babam, gece sinemaya gitmeme izin verdi. O zamanlar bir çocuğun sinemaya gitmesi, neuzübillâh olur şey değildi. O filmde bir sahne hâfızamdan hiç silinmemiştir. Münir Bey, bir ağacın altında: “İn dallardan aşağı, yanıma gel yanıma” şarkısını söylüyordu. Daha sonra Münir Bey’in bir filmi daha geldi. Sadullah Ağa rolündeydi üstad, meşhur ortası delik tanburu ile:

Elâ gözlerini sevdiğim dilber,
Göster cemâlini görmeğe geldim.
Şeftalisi derde derman dediler,
Gerçek mi sevdiğim sormaya geldim.

Senin âşıkların gülmez dediler
Ağlayıp yaşını silmez dediler
Seni bir kez saran ölmez dediler
Gerçek mi sevdiğim sormaya geldim

Münir Nurettin Selçuk ve tanbur

Benim o yaşlarda bir özelliğim vardı. Dinlediğim herhangi bir şarkıyı, güftesi, bestesi, aranağmesi dahil hemen ezberime alırdım.

Bir daha da unutmazdım. Meslek hayâtım boyunca pek çok eseri ezberden bu şekilde rahatça icra ettim. Ellili yılların başında “Radyo Haftası” dergisi çıkmaya başladı. Çarşamba günleri mecmua Turhal’a ulaşıyordu.

Bu mecmuayı yutar gibi okuyordum. Ses ve saz sanatçılarının hayâtları ve çalışmalarıyla ilgili her şey vardı bu mecmuada.

O sıralarda ud’da hayli mesafe almıştım. Tatyos’un Rast peşrevinin notalarını ezbere okuyacak hale gelmiştim.

Taksim yapabiliyordum. Udumu akord edebiliyor, tel değiştirebiliyordum. Evimize elektrik bağlanınca babam, bir Siera Radyo aldı. Gece gündüz radyo başında idim. Şarkıları not ettiğim defterim vardı. Bu defterlerim bir kaç kere meraklılarınca yürütülmüştür. Sonra İstanbul Radyosu da deneme yayınlarına başladı.

O anonslar halâ hâfızamda. “Burası 426 metre orta dalgadan deneme yayını yapan İstanbul Radyosu.” Çarşamba akşamları Münir Bey’in bir saat süren konserlerini dinlemeğe başladık. Şimdiki imkânlar olsaydı ve o programlar kaydedilebilseydi, elde mevcut repertuar birkaç misline çıkardı.

Trabzon öğretmen okuluna devam ederken, müzisyen arkadaşlarım vardı. Bağlama çalan ve iki sınıf yukarıda olan Saip Celâlettin Yılmaz, aynı zamanda şâirdi.

Benim hayâtımı değiştiren Musikî Mecmuası ile tanıştıran, okulda Ağa dediğimiz Saip’tir. İhsan isminde keman çalan bir arkadaşım, kemanına ve makamlarımıza çok hâkimdi. Bilhassa çok güzel Hüzzam taksimler yapardı. Teneffüslerde, tatil günleri bile okuldan ayrılmayan yatılı öğrenciler olduğumuz için, musikî ile vakit geçirmemiz bir mecburiyet gibi idi.

Biz o okulda, Türk musikîsi ile, Batı müziği çatışmasını ciddi olarak yaşamaya başladık. Gerçi babam bando şefi bir flütçü idi. Benim ud çalmama başlarda muhalefet etti. Ama, pek çok kıymetli şarkıyı ve udu da babamdan öğrendim.

İstanbul’a geldiğimde hemen İleri Türk musikîsi Konservatuarı câmiasına katıldım. İbrâhim Kutsal, bizi bir akşam yemeğine davet etti.O yemekte, Doğan Ergin, Daha sonra eşi olacak olan Tülin Kutsal, Şahin Gültekin vardı. Şahin bana şu teklifte bulundu. “Konservatuarda Melâhat Pars Hocânım’ın yönettiği bir talebe koromuz var. Sen de bize katılsan iyi olur.” Teklifi, öbür arkadaşlar da hararetle desteklediler. Ben talebe korosunun çalışmalarına katılmaya başladım.

Doğan Ergin, Piyer Loti’deki Konservatuarın merkez binasından portakal renkli bir viyolonsel getirdi. Çalışmalar ilerledi. Şan sinemasında bir konser verdik. Ulunay, Milliyette tumturaklı bir yazı yazdı.Kulise tebrik için gelenlerden biri de Nevzat Atlığ idi. Benimle özellikle çok ilgilendi.

Aradan çok geçmedi, Alâaddin Aday, “Fırat, Münir Bey seninle görüşmek istiyor.” Haberini getirdi. Karalaştırılan günde, Osmanbey’deki binaya gittim. Münir Bey’le aramızda şu konuşma geçti: Ali Rifat Bey, Mehmet Âkif’in Bülbül isimli şiirini bestelemişti. Bir bölümde şu kayıt var. Bu bölüm, viyolonsel ve kemençe ile çalınacak. Bize katılır mısın?

– Tabiî efendim şeref duyarım.
– Senin partini fa anahtarı ile yazmamı ister misin?
– Hayır efendim, sol anahtarı ile okuyabilirim. Eser Nihavendtir.
– Tanıyor musun?
– Evet bir konserde icra etmiştik.
– Güzel, Cumartesi günü bekliyoruz.

Bahsettiği Cumartesi meğer son prova imiş. İcra Heyeti on beş gün konser için çalışmış. Ben garibi en son gün çağırıyorlar. Çalışma yerine utana sıkıla viyolonselimle girdim. İkinci sırada Yorgo Bacanos oturuyordu. Yanındaki boş iskemleyi işaret etti. “Yanıma gel otur. Viyolonseli çok severim. Senin için de çok güzel şeyler duydum.”

Yorgo’nun yanına oturdum. Daha sonraki günlerde, parmakları arasına sıkıştırdığı kartal kanadı mızrabı ile, ud‘dan piyano sesine yakın sesler çıkarabilen, parmaklarından dökülen ve inanılmaz sağlamlıktaki perdeleri basan, süratine kimsenin yetişemeyeceği bu ud ilâhını uzun uzadıya, göz ucuyla seyredecektim.

Beni öyle bir ter basmıştı ki, kaşe yeleğimi aşan terler, aynı ekose kumaş ceketimden dışarı çıktı. O zamanlar benim için birer efsâne olan ses ve saz sanatkârlarının arasına düşmüştüm. Tam yirmi sekiz yaşındaydım. Sekiz yıllık öğretmendim. Aralarda başımı kaldırıp etrafıma bakıyordum.

En ön sıranın başında Necâti Tokyay, Yanında Emin Ongan, Hakkı Derman, Yılmaz Özer, İkinci sırada Cüneyd Orhon, Ekrem Erdoğru, Mübeccel Çetin, Hilmi Rit, Fikret Kutluğ, Ranâ Varoğlu, Hasan Erkoç, Naime Batanay, Necdet Yaşar, Niyazi Sayın, Burhanettin Ökte, Fahrettin Çimenli, Doğan Ergin, Hüsnü Tüzüner, Kudümün başında Kemal Gürses. Bir de o konser için benim gibi misafir olan Piyanist Fulya Akaydın vardı.

Karşıma bakmaya cesaret ettiğimde, gördüğüm ses sanatkârları şunlardı: Âkile Artun, Mefharet Yıldırım, Radife Erten, Gülseren Güvenli, Nurten Sürelsan, Afife Ediboğlu, Feriha Tunceli, Nevin Karındaş, Yurdagül Eroğlu, İnci Çayırlı, Özdal Kale, Nebahat Yedibaş. İsimli hanım sanatçıları ilk defa yakından tanıdım.

Erkek sanatçılar da şunlardı: Ekrem Kongar, Recep Birgit, Muzaffer Birtan, Rahmi Sönmezocak, Nadir Hilkat Çulha, Orhan Şener, Ahmet Çağan, Kasım İnaltekin, Tacettin Uygun, Nevzat Yalçınsu, Mustafa Kovancı, Rıza Rit, Alâaddin Aday, Ertan Ersoylu. O günkü prova bitti. Ertesi Pazar günkü konser için Şan Sinemasına gittim. Büyük bir heyecan içindeydim. O günlerde efsânevî İcrâ Heyetine dahil olmak fermana mahsustu. Konserde ilk eser Bülbül’dü. Eser bitince Münir Bey, seyirci’ye dönerek şu konuşmayı yaptı.

“İstanbul işgal edildiği zaman, Kadıköy Fransız tiyatrosunda bu eseri ilk defa icra ettik. Fulya Hanım o konserde bizimle beraberdi. Eseri bizzat Ali Rıfat Bey (Çağatay) idare ediyordu. Konserin yarısında İtalyan Jandarmaları salonu bastı ve konseri dağıttı.” Kuliste Münir Bey, beni yanına çağırdı. İltifat etti. “Bu akşam bir işin var mı?” diye sordu. “Hayır efendim, hiçbir işim yok.” dedim. “Öyleyse tam sekizde sazınla radyoda ol. Seninle bir yere gideceğiz.” dedi.

Söylediği saatte radyonun önüne krem renkli bir Mersedes yanaştı. Direksiyonu Münir Bey kullanıyordu. Ben viyolonselimle arka koltuğa yerleştim. O sırada arabaya İrfan Doğrusöz bey yaklaştı ve Münir beye hal hatır sordu. İrfan Ağabeyi ilk defa o gün gördüm. yaklaştı. Araba hareket etti, Yıldız Parkına girdi ve Şâle Köşkü’nün önünde durdu.

Her taraf polis kaynıyordu. İçeriye girince, İcra Heyetindeki saz ve ses sanatçılarının çoğunu orada hazır gördüm. Meğerse, Tunus Başkanı Habip Burgiba İstanbul’daymış. O gece onun şerefine düzenlenen konsere Münir Bey benim de katılmamı arzu etmiş. Şâle Köşkü’nde hazırlık yaparken, Niyazi Sayın ağabey yanıma geldi. Sohbete başladık.

Söz Tanbûrî Cemil Bey‘den açıldı. Niyazi ağabey, Gülizar Taksim’in meyanındaki nağmeyi, notalarını okuyarak söyledi. Sonra, “Gel Necdet aşağıda sazı ile meşgul. Yanına gidelim.” dedi. Aşağıya indiğimizde, Necdet Yaşar ağabeyi, tanburu ile haşır neşir bir halde bulduk. Niyazi ağabey, “Necdet, Gülizar taksimin meyanını bize çalar mısın? Fırat’a dinletmek istiyorum.” dedi.

Necdet ağabey hemen o bölümü çaldı. İşte benim Türk Musikîsi sanatında kalma hikâyemin başlaması o an kesinleşti. Konservatuarda Feyha Talay’dan ders alıyordum. Viyolonsel de çok sevdiğim bir sazdı. Ama Türk Musikîsi icra etmek için çalışmıyordum. Batı müziği içinde kalmayı düşünüyordum.

Muayede salonunda konserimizin birinci kısmını verdik ve yemek arası verildi. Yemek sonrası ben muayede salonunu incelemeğe koyuldum. Denize bakan kısmın önünde yüksek çini sobalar vardır. Onların üstündeki motiflere dalmıştım ki, omuzuma bir el dokundu. Döndüm, Münir Bey’di. Sobanın önündeki, Sultan Abdülhamit Han’ın gül ağacından oyduğu kanape takımına yan yana oturduk:

– Gel seninle biraz konuşalım. Şu anda ne yapıyorsun?
– Efendim bendeniz öğretmenim. Aynı zamanda konservatuara devam ediyorum.
– Bizim heyetin viyolonsele çok ihtiyacı var. Düşünür müsün?
– Efendim bendeniz, batı müziği çalışıyorum. Türk Musikîsi icrâsı sazım için hiç iyi olmaz.
– Hayır hayır, senin batı müziğine bir şey olmaz. Ben hemen gerekli yazıları riyasete yazarım. İşlemlerin hemen yapılır.

O an için büyük bir iç fırtınası geçirdim. Bir tarafta Ülkenin en büyük sanatkârı, üstâdı, bir tarafta içinde bulunduğum eğitim süreci. Hayâta yeni başlayan genç bir insan. Sanat hayâtının ilk basamaklarında bir amatör.

Bu fırsat bir daha zuhûr etmeyebilirdi. Durumum çok nâzikti. Ayrıca Münir Bey’in bana yaptığı teklifi başkasına yapmayacak kadar mağrur bir kişiliği olduğunu da biliyordum. Tereddüdümü yenip olumlu cevap verdim. Koridora çıktık. Yanımıza Başbakan Süleyman Demirel ve Eşi Nazmiye Hanım geldi. Münir beyin elini sıkıp tebrik ettiler.

Ben de Münir Bey’in yanı başında olduğum için, Demirel benim de elimi sıktı. Elimi sıkan ilk devlet adamıdır. Yalnız olduğum bir ara Neyzen Burhanettin Ökte yanıma geldi. “Münir Bey, sana heyette vazife mi teklif etti?” diye sordu. Ben konuştuklarımızı gizledim.

O devam etti. “Heyette bir kadro inhilâl etti. Seni oraya tayin edecekler sanırım.” Ben henüz sonuçlanmamış bir görev için konuşmak istemedim. Sayra Orkan, Tercümanda musikî yazıları yazıyordu. Konser ertesi benden bahseden bir yazı yayınladı. Dinleyiciler üstünde de çok olumlu bir etki bırakmıştım.

Camia beni candan bağrına basmıştı. O günlerde işlerimi zorlaştıracak bir durum vardı. Arel Ekolüne mensup olmak. Musikî Mecmuasındaki yersiz sataşmalarından dolayı, Lâika Karabey’e ve bizlere çok kızanlar vardı. Nitekim bir çok olayda bizler de sıkıntılara uğradık.

Ama benim bir özelliğim vardı. Türk Musikîsini icra edebilen tek viyolonselci idim. Alternatifim yoktu. Kısa zamanda işlemler tamamlandı ve 1977 yılına kadar sürecek olan İcrâ Heyeti üyeliğim başlamış oldu. Münir Bey, İcra Heyeti dışındaki çalışmalarda da beni hep yanında bulunduruyordu. Radyo reklâm bantlarında, jübilelerinde ben hep yanında idim.

Şale Köşkü’nde devletin ileri derecede misafirlerine verdiği konserlerin hepsine katıldım. Bu cümleden olarak, Irak Devlet başkanı Abdurrahman Ârif, Suudî Arabistan Kralı Faysal, Habeşistan Kralı Hâile Selâsiye ve Rus Başbakanı Aleksi Kosigin, konser verdiğimiz zatlardı.

Kosigin’ne verilen konser arsında yemek molası vardı. Muayede salonunun önünde duruyorduk. Kosigin, kırmızı rus suratı ile koridora çıktı. Etrafını halka şeklinde on Rus ajanı çevrelemişti. Her ajanın sırtına binen başka ajanlar da Kosigin’nin başının üst tarafını koruyorlardı(!). Hazret, bir insan kameriyesinin altında yürüyordu.

Bir süper devlet başkanının hem de bizim misafirimiz olan birinin, korkusu ve koruma önlemlerine çok şaşırmıştım. Ki, güya Stalin dönemi kapanmış, Rusya yumuşamış idi. Bu olaydan on yıl sonra Brejnef zamanında rusyaya gidecek, çeşitli şehirlerde konserler verecek ve halkı daha yakından tanıyacaktım.

Münir Bey, Arap liderlerine konser verirken, Hüzzam makâmındaki “Solgun durma isteklen” şarkısını Arapça okurdu. Hem de çok mükemmel bir telâffuzla. Seksenli yıllarda Kahire’de bulunurken, Arap Dünyâsında Münir Nurettin adının çok iyi tanındığını ve sevildiğini görecektim.

Hiç unutamadığım bir konser de Topkapı Sarayı’ndaki Bağdat Köşkünde icrâ edilmişti. Üç yüz Fransız din adamı Türkiye’yi ziyaret ediyordu. Az bir saz heyeti ile onlara bir konser verdik. İlk eser olarak Münir bey, Itrî‘nin Rast makâmındaki Naat ı Mevlâna’sını okudu. Üç yüz din adamının yanaklarından süzülen yaşları unutamayacağım.

Bu konserle ilgili bir haber, ertesi günkü Günaydın Gazetesinin üçüncü sayfasında çıktı. Haberle ilgili kullanılan resim, benim viyolonselle çekilmiş resmimdi. Ankara’da Arı stüdyosunda bir jübile konseri vermiştik. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, eşiyle kulise gelmiş, hepimizin elini sıkarak tebrik etmişti.

Fitaş Sinemasında bir Jübile konseri düzenlenmişti. Konser saatine yakın İstanbul’da müthiş bir kar fırtınası koptu. Sazendeler konsere gelemediler. O geceyi, Emin Ongan, ben, Hilmi Rit ve Timur Selçuk’un piyanosu ile kurtardık. Aynı gece, Ümit Yaşar Oğuzcan’ı da yakından tanıdım. Münir Bey, Ümit Yaşar‘ın “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” mısra’ı ile başlayan şiirini yeni bestelemişti. O gece sanırım ilk defa okuyacaktı.

Açıkhava Tiyatrosunda düzenlenen bir konser provası için beni evine çağırmıştı. Saadet Apartmanını ilk defa görüyordum. Öbür sazendeleri beklerken, Timur Selçuk odaya girdi. Galatasarayın Orta kısımda okuyor, aynı zamanda Ferdi Statzer’den Piyano dersleri alıyordu. Bana, Chopin’in bir noktün’ünü çaldı.

Timur, Galatasaray’dan sonra Paris’e Êcole Normal’e gitmiş, mezun olunca da bestelediği, İspanyol Meyhanesi adlı şarkısıyla çok popüler olmuştu. Münir Bey’in piyanosunun bulunduğu odada içi hayli derin yüksekçe bir pencere vardı. Dizlerini kanapeye dayadı ve pencerenin içine yaydığı nota kâğıtlarına Segâh makâmında, hafif mırıltılarla notalar yazmaya başladı. Bir beste üstünde çalıştığından eminim.

O yıllarda, Yapı Kredi Bankası, Münir bey‘den elli iki uzunçalarlık bant kaydı istedi. Zincirlikuyu perşembe günleri öğleden sonra oraya gider, bant doldururduk. Teknik danışman Sâdun Aksüt‘tü. tiyatrosunun sahnesi, sün’i elyafla kaplanarak stüdyo havasına sokuldu. İlk günkü çalışmaya gittiğimizde, Münir Bey, elyafların üstünde bata çıka yürüyünce, “Burası ay yüzeyine benzemiş” diye espri yaptı. Çok ender gördüğümüz gülüşlerinden birini sergiledi.

Cinayet kemanı

Münir Nurettin Selçuk çay bahçesinde

Bu kayıtların yapıldığı bir gün, Necdet Yaşar ağabey biraz geç geldi. Münir Bey bir şey söylemedi ama hareketleri ile memnuniyetsizliğini belirtti. Necdet âbi çok üzgündü.

Ara verilince arkalardaki koltuklara çekildik. Niyazi Sayın, ben ve Necdet yaşar konuşmaya başladık. Niyazi Sayın, “Yahu Necdet biz çalışmadan evvel Emin Ongan hocanın keman tellerini biraz bozalım. Seslere falsolu bastığı zaman doğru çıkar.”

Bu cümle Necdet ağabeydeki bütün bulutları dağıttı. Hatta kahkaha ile güldü ve “Ben size bir hikâye anlatayım.

Bir zamanlar bir cinâyet romanı yazmayı düşündüm. Ama maktul öyle gizli bir şeyle hayâtını kaybetmeliydi ki, kimse kesin teşhis koyamasın. Zehirlemenin her çeşidini düşündüm, Agahta Christi hepsini yazmış. Elektrik cereyanı ile katletmeyi düşündüm, o da evvelce yazılmış. Cinayet romanı yazarları bana hiçbir şey bırakmamışlar. Su, ateş, gaz yağı, uçurum, yılan, çıyan…”

Bir gün radyoda emisyonda idik. Emin Ongan yanımda keman çalıyordu. O kadar kötü ve falsolu sesler basıyordu ki, anlatamam. Önce kızgınlıktan sıcak bastı, fakat arkasından da sevinç duygusunun harareti. Romanımın ana hattını bulmuştum. Yayın biter bitmez yunanlı Arşimet gibi “Evreka! Evreka!” diye haykırdım. Arkadaşlar “yahu ne buldun?” diye sorunca anlattım.

Romanımdaki maktulün elini ayağını bağlayıp, ıssız bir orman kulübesine kapatıyoruz. Bir saat Emin Ongan’ın kemanını dinletiyoruz. Adam kalpten gidiyor. Tabiî olarak kimse teşhis koyamıyor. Asıl adı Haldun Menemencioğlu olup, radyoda Halûk Recaî adını kullanan kemençe üstâdı: “Bir saate ne lüzum var, daha kemanın kapağını açar açmaz adam öbür dünyâyı boylar.” Sonra bant kaydına devam ettik. Aslında Emin Hocanın gıyabında şaka yapmak ihtiyacı duymuştu iki ağabey.

Şan Sineması konserlerinin birinde Muzaffer Birtan solistti. Eserlerden birinin arasında dinleyiciye yüzünü döndü. Bize gazel söyleyeceğini işaret etti. Esasen bu haline alışık idik. Coştuğu zaman uygun eserlerin arasına nefis gazeller yerleştirirdi. Gazelini esere bağladı. Dinleyicilerden müthiş bir alkış koptu. Dakikalarca sürdü. Konser sonunda Muzaffer Birtan’la Münir beyi münakaşa ederlerken gördüm.

– Efendim, benim solist olduğum bir konserde nasıl gazel atarsınız?
– Söylerim, ben heyetin şefiyim ve Münir Nurettin’im.
– Yapamazsınız efendim.
– Yaparım.

Bu münakaşa beni çok etkilemiş ve düşündürmüştü. Heyette pek çok sanatçı vardı. Hepsi solist vasfı taşıyor ve şöhret sahibi idiler. Çoğu bestekârdı. Münir Bey, kendi bestelerini hemen her programa alıyordu, hayli yaşlanmış ve rahatsızdı. Onun için karşı gelmeler, aleyhinde konuşmalar, hatta hiciv parçaları bile ortalarda dolaşıyordu. Muzaffer Bey destekçilerinin kışkırtması ile hareket ediyordu, Nitekim çok zaman geçmeyecek, İcra Heyetinin başına Muzaffer Birtan geçecekti.

Heyet eski şaşaasını kaybetmeye o zaman başlamıştı. Şan Sineması konserleri de tarihe karıştı. İşgüzar Belediye, Heyeti Ertuğrul Muhsin Tiyatrosunun Sünepe salonuna sürgün etti. Daha Sonra Rıza Rit heyeti yönetti. Onun döneminde İcra Heyeti, hicran heyeti oldu ve Darülelhan efsanesi de böylece bizzat Türk Musikîsi Mensupları tarafından öteki dünyâya havale edildi!

Selâhattin efendi

Feriha Tunceli, Selâhattin Pınar’ın KüdîlihicazkârSorma bana nâfile neler düşündüğümü” şarkısını solo programında okumuştu. Arada Münir Bey, solist hanımı yanına çağırdı. “Heyetin programında, Selâhattin Efendinin piyasa şarkısını nasıl okursun?” diye çıkıştı. Feriha Hanım “Ne var efendim, Selâhattin Pınar, bu şarkısını bana imzalayıp vermişti.”

“Olmaz efendim. Selâhattin Efendinin piyasa şarkısı İcra Heyeti konserlerinde okunmaz. Ben de onun ve Sâdettin Kaynak’ın şarkılarından plâk doldurdum ama, burada okuduğumu gördünüz mü?” Feriha hanım fazla üstelemedi. Münir Beyin klâsik tutumu herkesi etkilemiştir.

Eserleri yönetirken sadece işaret vermez, elleriyle büyük usulleri de vururdu. Çok geniş bir repertuara sahipti. Önündeki notalara bakmadan yüzlerce eseri ezberinden okurdu. Ayrıca sanatkârlığının bütün gücünü eserlere yansıtırdı. Münir Bey, sanatkârlığı yönünden sadece kendine benzerdi. Kendi üslûbunu kendisi yaratmıştı. Daha sonraki zamanlarda benzerinin gelmesi de mümkün değildir.

Tanbûri Cemil Bey anlayışının hançeresi Münir Bey’dir. Nefesi Neyzen Niyazi Sayın, mızrâbı Necdet Yaşar, arşesi Kemençevî İhsan Özgen‘dir. Geriye kalanlar sadece hanende veya sâzendedir. Yetişebilir, yetiştirilebilir. 1871 yılından günümüze kadar geçen zaman diliminde bu beş sanatkâr, Türk Milletinin Kültür hayâtına Tanrının en büyük lütfu ve armağanıdır. Aranmağa başlandığında varılacak en uç noktadırlar. Gelecek zamanlarda da referans gösterilecek müstesna kaynaktırlar.

Ağla ud, çal gitar

Münir Bey‘e karşı muhalefetin çok yoğunlaştığı günlerden birinde, bir program düzenlendi. Heyet yakın zaman bestekârlarının eserlerine de yer verecekti. Heyetteki bestekârlardan Radife Erten, Emin Ongan, Mefharet Yıldırım, Kemal Gürses‘in eserleri de ikinci kısımda yer alacaktı.

Münir Bey, “kendi şarkılarından başka yeni eser programa almıyorsun” töhmetinden kurtulmak için bu harekete girişmişti. Şarkılardan biri de Avni Anıl‘ın o günlerde çok meşhur olan “Ağla gitar çal gitar” şarkısı idi. Nesrin Sipâhi bu şarkıyı plâk yapmış, “ağla gitaar..” sözlerinin arkasına da Cengiz Coşkuner elektro gitarla bir kaydırma (glissando) melodisi eklemiş, yani gitarı birazcık ağlatmıştı(!). Piyasanın ve sıradan dinleyicinin pek hoşuna gitmişti.

Nesrin Hanım bu durumu görünce, gitarist Okay Ergil’siz sahneye çıkmamaya başlamıştı. Son prova günü olan Cumartesi toplandık. Sıra “ağla gitara” geldi. Münir Bey, bu serbest kısma gelince çalışmayı durdurdu ve Yorgo Bacanos‘a “Sen buraya kaydırmalı bir solo sıkıştır, gitara benzet” dedi. Tabiî hepimiz donakaldık. Sonucu beklemeğe başladık.

Yorgo “Münir Bey, ben öyle şeyler yapmam.” cevabını verdi. Üstad kızarak “Ne demek ben şefinizim, ben söylerim sizler de çalarsınız.” Çalışma tatil edildi. Ertesi Pazar günü Yorgo Bacanos Şan Sinemasına gelmedi. İcra Heyetine bir daha uğramadı. Çok kırılmıştı.

Münir Bey‘in hızlı muhalifleri, bir kucak çiçek alarak, konservatuarda talebe olan öğrencileri iyice doldurmuşlar ve Ref’i Cevat Ulunay’ın Teşvikiye’deki evine göndermişler. Ulunay, Pazartesi Sadettin Heper ve Halil Can’ın dikte ettiği kulaktan dolma bilgi kırıntılarıyla kaleme alırdı. Çiçekli ziyaretçiler ve bu iki üstad öyle doldurmuşlar ki, konser ertesi gün “Ağla ud çal gitar” başlıklı bir yazıyla, kasabalardaki ramazan topu gibi gürledi.

En çarpıcı ifade, “Yorgo”nun gözlerinden süzülen iki damla yaşı gördüm” cümlesiydi. Yorgo Bacanos Konsere gelmemiş, ud çalmamıştı. Konseri dinlemeğe Ulunay da gelmemişti. Ama Yorgo’nun gözündeki yaşı görmüş ve yazmıştı. Ulunay, pazartesi günleri Milliyettin ikinci sayfasındaki yazılarını İcra Heyeti konserlerine ayırırdı. Kendi tâbirince “mefâhir deliliği” yapardı.

Mûsikîden zerrece anlamayan bu zat, Konservatuar Tasnif Heyeti âzasıydı. Güyâ eserlerin edebî değerlendirmelerini yaparmış! Olay burada bitmedi. Hilmi Rit’in kaleme aldığı, Münir Beyin imzasıyla bir tekzip yazısı çıktı. O yazıda Ulunay’a Napolyon deniliyordu.

Ulunay’ın cevabının başlığı ise “Napolyondan Don Kişot’a” idi ve ayrıca yazıda Carmen Operası’nın aptal tenoru Don Hose’ye gönderme yapılıyordu. Bu tatsız konser ve musikî cahili bir yazarın suret-i haktan görünüp kaleme sarılmasına sebep, muhteris bestekârların icad ettiği sıkıntılardı.

Ulunay’la ilgili bir hâtıram daha var. Konservatuar plâk arşivini Alâaddin Aday düzenliyordu. Münir Bey, Derviş Kûçek Mustafa Efendi’nin Bayati âyinini, sekiz plâktan oluşan, bir çalışmayla ölümsüzleştirmiş. Bu kayıtlarda Rauf Yektâ Bey de Ney üflemiş.

İşte Ulunay, ben, Doğan Ergin, Sadettin Heper, Halil Can bu plâkları dinliyorduk. Ulunay, yazılarında “… Biz Konya’da usûl vurarak âyinleri okurduk” cümlesini sıklıkla kullanırdı. Bir ara Sadettin Heper: “Hani hep yazarsınız ya, hadi usûl tutarak, Münir Beyin plâktaki sesine eşlik et” dedi. Ulunay cehaletini gargaraya getirmek yolunu seçti. “Nerde bende o nefes. Şimdilerde ağız dolusu küfür bile edemiyorum!” dedi.

Negrek

Ulunay’a en büyük oyunu Salih Dizer oynamıştı. Bir gün mektup yazarak, şimdiye kadar bulunamayan kayıp Negrek Makamı’nı ve bu makamla bestelenmiş bir takım bulduğunu bildirir. Ulunay mal bulmuş mağribî gibi, habere sarılır ve uzun bir yazı döktürür. Salih Dizer, bir mektup daha yazar, ” Böyle bir makam yok, cahilliğini ortaya koymak için bu oyunu oynadığını” bildirir. Mahkemelik olmuşlardı.

Burada otur

Nesrin Abla ile bir aylığına Ankara’ya gitmiştik. Çalışmamız bitti, İstanbul’a döndük. Ben hiç bir şey olmamış gibi Konservatuara gittim. O zaman, Mecidiyeköy, Ortaklar Caddesinde, Türk Müziği bölümü bir binaya sıkıştırılmıştı. Binanın sahibi de Ratip Tahir Burak’tı. Üstâdı, bir sabah robdöşambrı ile bahçesinden incir koparırken görmüştüm.

Neyse, çalışma salonuna geçtim. Viyolonselimi kılıfından çıkardım. Akordumu yaptım, notalarımı sıraya koydum. Provanın başlama dakikalrını beklerken de sâzendelerin yaptığı gibi otomatik nağmeler çalmağa başladım.

Alâattin Aday, yanıma geldi. “Fırat, Münir Bey, çalışmaya katılmamanı, dışarı çıkmanı söyledi.” Peki dedim, sazımı topladım, nota dosyamı kapattım. Pardesümü giyip konservatuardan çıkıp gittim. Ana caddeye ulaşıp, eski tramvay deposuna doğru biraz da hızla yürümeğe başladım. Arkamdan pat pat adım sesleri ve nefes nefese koşan birini hissedip döndüm. Konservatuarın emekdârı Fatma Hanım, koşarak beni yakalamaya çalışıyordu. Yanıma gelince:

– Fırat, nereye gidiyorsun? Münir Bey seni istiyor.
– Hayır Fatma Hanım, bir daha oraya adım atmam.
– Ne olursun geri dön. “Sakın onu almadan geri dönme” dedi. Sonra beni perişan eder.

Bir an düşündüm. Çağıran, koskoca Münir Bey’di. En yakınları bile odasının önünden ceketlerini iliklemeden geçemezlerdi. Ben sanat hayâtımın daha ilk yıllarında bir gençtim. Böyle bir kişiliğe karşı gelmek büyük nezâketsizlik olurdu. Geri döndüm. Münir Bey, beni yanına çağırdı:

– Niçin çıkıp gittin?
– Efendim siz öyle emretmişsiniz?
– Ben çalışma salonundan çık dedim. Konservatuarın dışına çık demedim!
– Kusura bakmayınız efendim, ben temelli git anladım.
– Olur mu öyle şey? Sen İcra Heyeti Üyesi’sin.
– Yanlış anlamışım efendim. Tekrar özür dilerim.
– Peki bir aydır nerdesin?
– Efendim, Nesrin Hanım’la Ankara’da çalıştım.
– Bana niçin haber vermedin ? Ben gerekli izni verirdim.
– …!

Çalışma salonunun kapısı önündeki sandalyeyi işaret etti. “Buraya otur, notalarını al, biz içerde çalışırken sen burada ezberle. Bir hafta!” dedi. Münir Bey’i zaman zaman okadar özlüyorum ki, anlatamam. Bilhassa şu Hüzzam şarkı, günlerce içimde onun sesi ve hançeresiyle dalgalanıyor. Hüznümü mümkün değil tarif edemem .

Neş’eyâb-ı lütfun olsun bu ser-i şûridemiz,
Aç efendim sîne-i billûru görsün dîdemiz.
Böyle istirham eder her dem dîde-i gamdîdemiz,
Aç efendim sîne-i billûru görsün dîdemiz .

Ah Münir Bey, şimdi yine başımızda olsanız da yetmiş gün o sandalyede “Otur!” deseniz, böyle mazhariyete neler feda etmezdim? Eğer o an geri dönmeseydim, belki de sanat hayâtım sona ererdi. İyi ki, hırsıma kapılıp yanlışa düşmemişim. Bu olayın geçtiği zaman daha misafir sanatçıydım. Konser başına ücret alıyordum. Kadroya geçmemiştim.

Kaşıma bak

İcrâ Heyeti konserlerinde, Münir Bey, kendine ait eserlerin bazı yerlerini, akorlu ister ve işâret ederdi. Ben, gizlice Emin Ongan Bey’e bakardım. Kaşı hafif kalkıksa işi yavaştan, kaş normalse, veryansın ederdim. Bilhassa kemancılar, viyolonselden çekinirlerdi. Hakları da vardı. Beş kemenı bir viyolonsel kapatabilirdi.

Bizim Emin Bey’le Kaşlaşmamızı gören Niyazi Sayın, “Dinleme onları, kuvvetli kuvvetli, bildiğin gibi çal” derdi. Bana dağlar gibi destek olurdu. Bazı hallerde, ben görmezlikten gelirdim. Fakat, Hilmi Rit, gözünü Münir Bey’den ayırmadığından, işaretle beni ikaz ederdi. İstenileni yapardım. Emin Bey’in kaşı oynar “Ne yapalım, şefimiz öyle istemiş.” kaş mesajını geçerdi. Canım Emin Bey, ruhu rahmet istedi galiba?

İntihal değildir

Münir Bey’in Ahmet Paşa’nın gazeline yaptığı beste, nağme yapısı olarak Hâce Merâgalı Abdülkadir‘in Kâr-ı Muhteşem’ine çok benzer. Bir gün çalışmada Münir Bey şu lâtifeyi yaptı: “Hoca Merâgî, Kâr’ını galiba bizim eser’den almış” dedi ve bir hayli gülümsedi. Nitekim, “Erdi Bahar” da da Hâfız Post“un Rehâvî Yürük Semâîsi’nin fazlaca izleri vardır.

Bu şarkısının güftesi, Vecdi Bingöl’ün kaleminden çıkmuştır. İmzasını görmesek, Nef’î‘nin yazdığını zannederiz ve hayretimizi gizleyemeyiz. Buraya bir şakayı sıkıştırmadan geçemeyeceğim. Bu şarkı nezaman gündeme gelse, Neyzen Fikret Bertuğ: “Karnabahar karna zarar vermez efendim, a canım” diyerek güfteyi lâtifeye garkeder.

Bina sallanınca

İcra Heyetindeki genç arkadaşlarla Münir Bey’i ziyarete gitmiştik. Artık efsanevî Saadet Apartımanında değil, Gayrettepe’deki yeni dairesinde oturuyordu. Bir ara “Fırat bu apartman çok yüksek. Rüzgâr sert esince hemen Meral”in (kızı) yanına iniyorum.” Sonra Marmara’yı tamamen gören pencerenin önündeki koltuğa oturdu. Beni yanına çağırdı. Puslu bir akşam güneşi Adaların arkasından denize kavuşuyordu. Çok hafif sesle Sâdettin Kaynak‘ın Hicaz şarkısını mırıldanmağa başladı.

Enginde yavaş yavaş
Günün minesi soldu.
Derdim bana arkadaş,
Bu günde akşam oldu.

Evvelâ Münir Bey’den Sâdettin Kaynak’ın şarkısını ilk defa duyuyordum. Yanımda eşsiz yorumu ile Münir Bey okuyor ve ben tek dinleyici idim. Deniz, şarkı, günün kavuşması alaca havanın etkisi tarif edilemez bir hâletti. Şarkıyı bitirdi. Bana: “Fırat, Sadettin Efendi ne güzel bestelemiş değil mi?” dedi. Arkadaşlar masa başına toplanmışlardı. “Çaylar Hazır efendim dediler.” Bizi kuşatan büyü o an için bozuldu ama, ben her hatırlayışta o duyguları yoğun şekilde kırk yıldır yaşıyorum.

Fahrettin Paşa’nın anlattıkları

İstanbul’un kurtuluşu günü olan 6 Ekim kutlamalarından birinde Belediye sarayına davet edilmiştik. Münir Bey coştu taştı ve “Allı Yemeni” türküsünü o kendine has edâsıyla söylemeğe başladı. Şarkının sonunda mikrofona, misafirler arasında olan, İstiklâl Harbimizin efsânevî Süvarî Kolordusu Kumandanı Fahrettin Altay Paşa geldi. Mikrofonda Münir Bey’le Konuşmaya başladılar:

“Münir Bey, hatırlıyor musun? Yalovadaki Köşkte, Atatürk sana “Kadehini yukarı kaldır.” dedi. Tabancasını çıkardı, herkes kadehe ateş ederse, yahut hedef şaşırır Münir Bey’e isabet ederse diye donakalmıştı. Fakat tavana ateş etti. Sen hiç kıpırdamamıştın. O an korkmadın değil mi? “Hayır paşam, Atatürk hiç beni vurur mu diye düşündüm. Nitekim tavana ateş etti.

Evet, halâ köşkün tavanında o kurşun deliği duruyor.” 1923 – 1973 Ansiklopedisinin mûsikî maddelerini yazarken, Münir Bey’den mülâkat istemiştim. Fakat O, konuşma yerine, jübilesinin kitapçığını imzalayıp verdi. “İstediğin bilgileri bu kitaptan iktibas et.” dedi.

Bir konserde de Coşkun Sabah, Şerif Muhiddin Targan’ın “Koşan Çocuk” adlı eserini çalmıştı. Naklen yayını dinleye Safiye Aylâ, tebrik için Konservatuara geldi. Ben Münir Bey’in yanından ayrılıp onları yalnız bırakmanın doğru olacağını düşündüm. Niyetimi hisseden Münir Bey, kalmamı işaret etti. İki büyük sanatkârın, birbirine iltifatları ve davranışları başlıbaşına bir yazı konusudur. İlerde yazarım. Münir Bey, Safiye Hanımı dış kapıya kadar giderek uğurladı.

Münir Bey, çok güzel giyinirdi. Kadife ceketleri, kıravatları, gömlekleri çok uymlu olurdu. Kendine iyi bakardı. Tam bir İstanbul Beyefendisi idi. Çok hafif sesle, gayet selis konuşurdu. Çalışmaları oturarak yönetirdi.

Bazen eserleri yalnız okurdu. Biz hafif tonda refakat ederdik. İşte kulaklarımdan silinmeyen Münir Bey’in mikrofondan geçmemiş bu tabiî sesinin tınısını anlatmak mümkün değildir. Belki de bu sesi çok iyi tanıdığımız için bizler titiz seçici, her ses sanatkârını da Münir Bey’le mukayese ederek değerlendirir olduk. Sanırım bunda da yerden göğe kadar hakkımız var.

Bir sabah konservatuara erken gitmiştim. Münir Bey‘in oda kapısı açıktı ve masasının başında notalara eğilmiş haldeydi. Ben fark edince çağırdı ve şu beyanda bulundu. “Dün sabah ezanında, Vişnezâde camiî’nin hâfızı, Hicaz Makamında çok güzel bir ezan okudu.

Aziz İstanbul” şarkısının başına bir kadans ekledim. Dinle bakalım nasıl olmuş.” Şarkıyı eskiden defalarca baştaki serbest kısım olmadan icrâ etmiştik. Şimdi yeni başlangıcıyla okuyordu. Hakikaten de çok mükemmel olmuştu. Hayranlığımı belirttim. “Bu konserde bu şekliyle okuyacağım” dedi.

İsmet Bozdağ “Beyaz Arılar” kitabında, “Ben ikaz ettiğim için Münir Bey O kadansı ekledi” diyor. Halbuki bu kısmı yazdığı gecenin sabahı değişikliği ilk dinleyen benim. Esasen Münir Bey’in benim veya başkasının değerlendirmesine hiç ihtiyacı da yoktu.

O sabah eserin verdiği heyecanı bana da aktarmak istemişti. Herhangi bir görüş beyan etmek o an için mümkün değildi. Çünkü, mûsikî dünyâsında, kıdem ve merâtib-i silsile anlayışı, askerlikten daha disiplinlidir. Zaman geçti, plâkçı canavarları bu eseri, kenar mahalle ağızlı bir şarkıcıya okutarak parsa topladılar.

Son konser

Kalamıştaki Fenerbahçe sosyal tesislerinde konser vermeğe gitmiştik. Bir ara masamıza, Brezilyalı Futbolcu Didi de geldi. Konseri verirken adeta kahroldum. Münir Bey, sesten düşüyor, zorlanıyor ve konseri bitirmeye çalışıyordu. Onu hiç böyle görmemiştim. Her zaman Bülbül-i Şeydâmız idi. Kalamış şarkısı‘nın gazelini bile eski halâvetinden uzak okudu.

O gece bu konseri tezgâhlayan ve bir “Devin Düşüşünü” etrafa ilân etmekten çekinmeyen kanuncuyu asla affetmeyeceğim. Bu konserden sonra bir daha Münir Beyle beraber çalışmadık. Kendisine yıllar sonra Yanan, Nişantaşı’ndaki Konservatuarın merdivenlerinde rastladım.

Televizyon çekimi için demirlere tutunmuş kameramanları bekliyordu. Yanına gidip elini öptüm. “Sen de Devlet Korosuna katılmışsın. Çok iyi etmişsin” dedi. Ayrılırken tekrar elini öpmek için yere doğru eğilmek zorunda kaldım. Rahatsızlıkları belini had safhada bükmüştü. Ama gözleri yine zekâ ve sanat pırıltılarıyla çakmak çakmak idi.

Münir Bey, herkesi kıskandıracak bir hayât yaşadı. Yalnız iki şeye sahip olamadı. Bütün imkânlar emrinde olduğu halde, parası olmadı. Bir de içindeki büyük yalnızlığına medar olacak kimsesi yoktu. Etrafı gereğinden fazla dolu idi amma O, yalnızdı. Kaynak: sanatalemi.net

Fırat Kızıltuğ Musiki Semineri

Bir yanıt yazın